Sunday, April 04, 2010

Yeşil Eldivenli Adam


Borges Yusufeli’nde yaşasaydı ya da Bukowski; eminim kapak atacakları mekanların başında Ahor gelirdi. İçkisiz fakat fazlasıyla bohem bu kahvede diledikleri gibi demlenemezlerdi gerçi, ama hikayelerine konu olabilecek türden başıboş, amaçsız, solgun yüzlü, kazıdıkça hikayeleşen insanlarla karşılaşırlardı. Ahor, ismini, büyükbaş hayvanların yaşadığı yer olan “ahır” kelimesinin yerel şiveyle söylenişinden alır. Mekana bu adın yakıştırılmış olması elbetteki anlamlıdır. Her şeyden önce, ahırlardaki merteklere benzeyen dört tane ardıç ağacından yapılma kalasın desteklediği ahşap bir tavan ile havasız ve yarı karanlık, sigara dumanıyla iyice puslanmış ortam ziyadesiyle bir ahırı andırmaktadır. Caddeye açılan uzun ve dar kapısı aşırı soğuk birkaç kış günü dışında her zaman sonuna kadar açıktır. Bir örneğine daha rastlanılmayacak bu “penceresiz kahvehane”nin uzun ve renkli bir tarihi vardır.

Her ne kadar kahvehane dediysek de üst katı otel olduğu için Ahor da bir bakıma lobi sayılır. Ahor’a girdikten sonra sonuna kadar yürüyünce solda küçük bir çay ocağı, onun da ilerisinde daracık fakat kapısız bir giriş vardır. Buradan daracık merdivenlerle yukarıya, yanlış hatırlamıyorsam üç ya da dört odadan mürekkep otele çıkılır. Peki kimdir bu tuhaf otelin müşterileri? Köylerden kasabaya inen, muhtemelen devlet daireleriyle ya da hastaneyle olan işlerini halledemeyip ertesi güne kalanlar, müsait bir ev bulununcaya kadar geçici olarak burada kalan ortaokul ya da lise öğrencileri, eskiden Çarşamba sonradan Cumartesi günleri kurulan pazarda mal satmak için Erzurum ve civarından gelen pazarcılar, bir zamanlar kimi birkaç parça eşya satmak için kimi bedenlerini kiralamak için daha uzak yerlerden gelen Rus kadınları, yaz aylarında otel bulmakta zorlanan ya da ucuz otel arayan genellikle İsrailli ya da fakir Doğu Avrupalı turistler ya da içimizden biri, herhangi biri...

Kasabanın en eski mekanlarından biri olan Ahor, başlangıçta normal bir kahvehanedir. Pek çok benzeri gibi Ahor da değişen sosyal koşullardan payına düşeni almış, zaman içinde farklı ihtiyaçlara cevap veren bir ortam olmuştur. Girişte sol üst köşeye bir televizyon konmuş, bir zaman heyecanlı bakışların merağını gidermiş, ardından video gelince önce masum Türk filmleri izlenmiş, seksenli yıllar boyunca da erotik ve porno filmlere ev sahipliği yapmış, bir ara atari de oynanmış, derken doksanların sonuna doğru, bilet karşılığı uzun banklarda oturularak lig maçları seyredilen bir mekana dönüşmüştür. Ahor’un gündüzleri şöyle geçerken bir kafayı uzatıp bakanlar dışında pek uğrayanı yoktur. Halil Abi, eski model metal masasına, üzerinde onlarca sigaranın durabileceği kocaman cam kültablasını koymuş, sigarasını yakmış, çorap değişir gibi değişen garson çocuklardan birinin devamlı tazelediği çayını içmektedir. Yaz akşamları, dışarıya, kaldırıma attığı sandalyeler birer ikişer dolmaya başlar. Otel müşterileri de içeride, dumanaltı ortamda izlenecek bir maç ya da film için yüzlerini ekrana döner. Kimi geceler düğünden dağılan gençler burada mekan tutar. Derbi maçlarında ise çılgın bir kalabalık, Ahor’u tirübünleri aratmayacak tezahüratlarla çınlatır. Ama sıradan bir Ahor akşamında rastlanabilecek tipler de vardır: Sucu Osman ve oğlu Halil, Ersoy, Niyazi, Tosun kardeşler, Kasap Sezai, Cantürk, Pansiyoncu Cemil, Ayakkabı boyacıları, çoğunlukla Halil’in köylüsü Arcuvanlılar ve arada bir kültablalarını ters çevirmeye gelen Baluç Ali...

Bir zamanlar, yeniyetmelik günlerimde ben de Ahor’un müdavimlerindendim. Özel televizyonların yayına başladığı yıllarda, bitmek tükenmek bilmez yaz gündüzleri, birkaç arkadaş toplanır kafamıza göre bir film bulur, ucuz çay ve çekirdek eşliğinde saatlerce oyalanırdık. Sıkılınca da ya karşılıklı tavla müsabakası yapar ya da okey oynardık. Ama Ahor denince benim kendi payıma hatırladığım ilk şey bütün bunlar değil, çok daha özel bir çocukluk hikayesi: Yeşil Eldivenli Adam!

Eylül ayının ilk haftalarıydı zannedersem, okullar yeni açılmıştı; pek çok öğrenci gibi benim de, üzerimde takım elbise kravat olduğu halde okula değil okey ve bilardo salonlarına takıldığım günler. İşte bu günlerden birinde nasıl olduysa sabahın erken saatlerinde Ahor’a gitmiş bir başıma çay içiyorum. Neden sonra sol çaprazımdaki masada oturan ve yüzü bana muhakkak yabancı bir adamın, yeşil eldivenleri takılıyor gözüme. Dedim ya aylardan Eylül, ama adam son derece barışık bir görüntü çiziyor eldivenleriyle. Kaçamak bakışlarla bu orta yaşlı yabancının neden eldiven taktığını anlamaya çalışıyorum. Derken adamın birbiri ardına yaktığı Tekel 2000 sigarası...Tertemiz, yeni alındığı besbelli, yeşil eldivelerinin parmaklarında tuttuğu, dudaklarına götürürken adama tuhaf bir karizma katan, elini indirdiğinde bu defa dumanı başka türlü kıvrılan, filtresinin biraz ilerisinden tuttuğu sigarası...Kendimi bir türlü adamın sigara içişinden alıkoyamıyor, dönüp dönüp tekrar bakıyor ama bir türlü ne kendisine ne de kalkıp Halil Abi’ye neden eldiven taktığını sormaya cesaret edemiyorum. O gün içimde tuhaf bir eldiven giyme ve sigara içme isteğiyle çıkıyorum Ahor’dan. İçimde gizli bir sır taşır gibi, gördüğümü kimseye anlatmadan aynı akşam yeniden geliyorum Ahor’a. Adam yine aynı sandalyesinde, kimseyle konuşmadan oturuyor, yine eldivenli ve yine sigara içiyor. Bir çay içtikten sonra eve dönüyorum, içimde daha da artan aynı arzuyla.

Deken ertesi gün soluğu yine Ahor’da alıyorum. Halil Abi, her zamanki gibi uykulu ve hafifçe şiş gözleriyle ve yayvan gülüşüyle selamıma karşılık veriyor. Bir sandalye çekip çay söylüyorum kendime. Tabii, niye geldiğimi belli etmemeye çalışarak bir süre kitap defter oyalanıyorum. Kahvede, Halil Abi, ben ve garson çocuktan başka kimse yok. Adamı tekrar göremeyeceğime karar verip kalkmak üzere sandalyeden doğrulduğum anda, arkalardan, merdivenleri inen bir çift ayak sesi ve Yeşil Eldivenli Adam! Oturuşumu düzeltip, yeniden defter kitapla ilgilenmeye ve çaktırmadan adamın hareketlerini izlemeye başlıyorum. Yeşil Eldivenli, o esnada telefonla konuşan Halil Abi’ye ses etmeden, yine sondan üçüncü masanın sol köşesindeki sandalyesini çekip oturuyor. Bir anlığına adamın lal olabileceğini düşünüyorum. Ama değil; önüne günün ilk çayını koyan garson çocuğa, tok bir sesle “sağol” diyor. Sonra yeşil eldivenleri sigara paketi ve kibrite uzanıyor; yine bakışlarımı çivileyen o esrarlı görüntü. Gözlerini kapıya dikmiş, kısa, düzenli nefeslerle sigarasını ağır ağır içiyor. Öyle orada, ahşap direğin yanındaki masada, beni fazla farketmeyecek köşemde, aklımda uçuşan düşünceler ve sorularla Yeşil Eldivenli’yi seyrediyorum. Yeşil Eldivenli’nin bir işi olup olmadığını, hangi köyden olabileceğini, burada ne işi olduğunu, neden eldiven giydiğini, neden bu kadar çok sigara içtiğini, eldivenlerini nereden almış olabileceğini, daha önce onu görüp görmediğimi düşünüyor, belki hiçbir zaman ona ait olmayacak hikayeler kuruyorum. Neden sonra, Goroli Kenan’ın enseme vurmasıyla ayıkıyorum. Goroli’yle kısa bir hoşbeş ettikten sonra, dışarıya çıkıyor ve her zamanki gibi bir aşağıya, Sadi Sönmezin oraya kadar, bir yukarıya, Vecanget’e çıkan yokuşun başına kadar, arada bir de tahta köprüden eski çarşıya geçip beton köprüden geriye dönerek turluyoruz. Aynı günün akşamı, yine bir yolunu bulup Ahor’a kapağı atıyorum.

Yeşil Eldivenli her zamanki yerinde oturuyor. Ben de her zamanki köşeme çekiliyorum. Ama içeride bizden başka birkaç kişi daha var. Biraz sonra ani bir gök gürültüsünün ardından yağmur patlıyor. Ancak böylesine güçlü bir sesin yerinden kımıldatabileceği Halil Abi, elinde çay ağzında şeker usulca kapıya yanaşıyor. Söz yağmurdan açılmışken, kasabanın gündelik hayatında en çok haz duyduğum şeylerden birinin de, beton çarşıyı boydan boya temizleyip süpüren yağmuru, dükkanların, kahvelerin önünde birbirlerinin omuzlarından, o yılların söndüremediği çocuksu heyecanla, büyük bir iştahla seyretmelerini seyretmek olduğunu söylemeliyim. Onlar yağmuru ben onları. İşte birazdan biz Ahor’da oturanlar, Halil Abi’nin sağında solunda durarak caddede tuhaf küfürler ve “ollloooo”, “ıslanduh cooo” “cunç olduh” gibi hepimizi gülümseten sevecenlikleriyle koşuşturanları seyrediyoruz. Bir kişi hariç: Yeşil Eldivenli Adam. O yine yerinde, çayında sigarasında, kendi rüyasında oturuyor. Birer ikişer tekrar yerlerimizi alıyoruz, televizyonda haberler başlıyor, içeride hafiften bir gürültü. İşte ne oluyorsa o esnada, o kadar merakla beklediğim Yeşil Eldivenli Adam’ın sırrı, tamamını işitemediğim bir diyalogla çözülüyor. Arcuvanlı Terzi Ali, içeri giriyor, selam veriyor ve Yeşil Eldivenli’yi görünce büyük muhabbetle ona sarılıyor. Onu orada gördüğüne şaşırdığını anlıyorum bu hareketiyle, ancak Yeşil Eldivenli’nin, Terzi Ali’nin “hayırdır” sorusuna verdiği cevabı tam yakalayamıyorum. Hani nasıl desem, öyle bir kelime ki daha önce hiç duymamışım ya da o anda yanlış duyuyor olabilirim, şu sese benzer bir şey : vusuçura! Ama terzinin geçmiş olsun demesinden sonradır ki sırrı çözer gibi oluyorum. Yeşil Eldivenli Adam, tok ama benim fazla işitemediğim bir sesle kısaca “Sağlık Ocağına gittiğini, merhem aldığını, hava almasın diye de eldiven taktığını” söylüyor. Sigarasını ateşliyor, tekrar “geçmiş olsun” diyen Terzi Ali’nin köyden köçekten konuşmasını dinliyor. Ben de, saate bir göz atıp ufaktan toparlanıyor ve evin yolunu tutuyorum. Ne ertesi gün ne de daha sonraki zamanlarda Yeşil Eldivenli’yi bir daha hiç göremiyorum. O kış ilk defa eldivenli sigaramı dudağıma götürüyorum. Çok sonraları, bir alışkanlık haline getirmediysem de, hatırladıkça her kış bir iki sigaramı eldivenli içtim. En son askerde yaptım bunu ve en çok o zaman, haki yeşil çift katlı tertemiz eldivenlerimle kar yağarken hatırladım Yeşil Eldivenli’yi.

Ahor mu? Onun da sonunu anlatayım. Bir gece vakti telefonum acı acı çaldı. Arayan, Yusufeli’nin ayaklı gazetesi Pala Ali. Acı haberi bildirdi: “Fatih, Ahor yandı!” Şimdi ayrıntısını tam hatırlamadığım bir nedenden yangın çıkıyor ve o muhteşem Ahor, üst kattaki sonsuz yıldızlı oteliyle birlikte tarihe karışıyor. Belki tek tesellimiz, caddeye bakan ön cephe duvarının kurtulmuş olması ve geriye, bilenler için Ahor’u hatırlatacak bir parçanın kalmış olması. Ben mi? Ben o gece Pala Ali’nin haberinin ardından yeniden başımı yastığa koyup gözlerimi kapadığımda tahmin edersiniz ki sigara ve çay içen bir çift yeşil eldiven gördüm.