Sunday, April 04, 2010

Yeşil Eldivenli Adam


Borges Yusufeli’nde yaşasaydı ya da Bukowski; eminim kapak atacakları mekanların başında Ahor gelirdi. İçkisiz fakat fazlasıyla bohem bu kahvede diledikleri gibi demlenemezlerdi gerçi, ama hikayelerine konu olabilecek türden başıboş, amaçsız, solgun yüzlü, kazıdıkça hikayeleşen insanlarla karşılaşırlardı. Ahor, ismini, büyükbaş hayvanların yaşadığı yer olan “ahır” kelimesinin yerel şiveyle söylenişinden alır. Mekana bu adın yakıştırılmış olması elbetteki anlamlıdır. Her şeyden önce, ahırlardaki merteklere benzeyen dört tane ardıç ağacından yapılma kalasın desteklediği ahşap bir tavan ile havasız ve yarı karanlık, sigara dumanıyla iyice puslanmış ortam ziyadesiyle bir ahırı andırmaktadır. Caddeye açılan uzun ve dar kapısı aşırı soğuk birkaç kış günü dışında her zaman sonuna kadar açıktır. Bir örneğine daha rastlanılmayacak bu “penceresiz kahvehane”nin uzun ve renkli bir tarihi vardır.

Her ne kadar kahvehane dediysek de üst katı otel olduğu için Ahor da bir bakıma lobi sayılır. Ahor’a girdikten sonra sonuna kadar yürüyünce solda küçük bir çay ocağı, onun da ilerisinde daracık fakat kapısız bir giriş vardır. Buradan daracık merdivenlerle yukarıya, yanlış hatırlamıyorsam üç ya da dört odadan mürekkep otele çıkılır. Peki kimdir bu tuhaf otelin müşterileri? Köylerden kasabaya inen, muhtemelen devlet daireleriyle ya da hastaneyle olan işlerini halledemeyip ertesi güne kalanlar, müsait bir ev bulununcaya kadar geçici olarak burada kalan ortaokul ya da lise öğrencileri, eskiden Çarşamba sonradan Cumartesi günleri kurulan pazarda mal satmak için Erzurum ve civarından gelen pazarcılar, bir zamanlar kimi birkaç parça eşya satmak için kimi bedenlerini kiralamak için daha uzak yerlerden gelen Rus kadınları, yaz aylarında otel bulmakta zorlanan ya da ucuz otel arayan genellikle İsrailli ya da fakir Doğu Avrupalı turistler ya da içimizden biri, herhangi biri...

Kasabanın en eski mekanlarından biri olan Ahor, başlangıçta normal bir kahvehanedir. Pek çok benzeri gibi Ahor da değişen sosyal koşullardan payına düşeni almış, zaman içinde farklı ihtiyaçlara cevap veren bir ortam olmuştur. Girişte sol üst köşeye bir televizyon konmuş, bir zaman heyecanlı bakışların merağını gidermiş, ardından video gelince önce masum Türk filmleri izlenmiş, seksenli yıllar boyunca da erotik ve porno filmlere ev sahipliği yapmış, bir ara atari de oynanmış, derken doksanların sonuna doğru, bilet karşılığı uzun banklarda oturularak lig maçları seyredilen bir mekana dönüşmüştür. Ahor’un gündüzleri şöyle geçerken bir kafayı uzatıp bakanlar dışında pek uğrayanı yoktur. Halil Abi, eski model metal masasına, üzerinde onlarca sigaranın durabileceği kocaman cam kültablasını koymuş, sigarasını yakmış, çorap değişir gibi değişen garson çocuklardan birinin devamlı tazelediği çayını içmektedir. Yaz akşamları, dışarıya, kaldırıma attığı sandalyeler birer ikişer dolmaya başlar. Otel müşterileri de içeride, dumanaltı ortamda izlenecek bir maç ya da film için yüzlerini ekrana döner. Kimi geceler düğünden dağılan gençler burada mekan tutar. Derbi maçlarında ise çılgın bir kalabalık, Ahor’u tirübünleri aratmayacak tezahüratlarla çınlatır. Ama sıradan bir Ahor akşamında rastlanabilecek tipler de vardır: Sucu Osman ve oğlu Halil, Ersoy, Niyazi, Tosun kardeşler, Kasap Sezai, Cantürk, Pansiyoncu Cemil, Ayakkabı boyacıları, çoğunlukla Halil’in köylüsü Arcuvanlılar ve arada bir kültablalarını ters çevirmeye gelen Baluç Ali...

Bir zamanlar, yeniyetmelik günlerimde ben de Ahor’un müdavimlerindendim. Özel televizyonların yayına başladığı yıllarda, bitmek tükenmek bilmez yaz gündüzleri, birkaç arkadaş toplanır kafamıza göre bir film bulur, ucuz çay ve çekirdek eşliğinde saatlerce oyalanırdık. Sıkılınca da ya karşılıklı tavla müsabakası yapar ya da okey oynardık. Ama Ahor denince benim kendi payıma hatırladığım ilk şey bütün bunlar değil, çok daha özel bir çocukluk hikayesi: Yeşil Eldivenli Adam!

Eylül ayının ilk haftalarıydı zannedersem, okullar yeni açılmıştı; pek çok öğrenci gibi benim de, üzerimde takım elbise kravat olduğu halde okula değil okey ve bilardo salonlarına takıldığım günler. İşte bu günlerden birinde nasıl olduysa sabahın erken saatlerinde Ahor’a gitmiş bir başıma çay içiyorum. Neden sonra sol çaprazımdaki masada oturan ve yüzü bana muhakkak yabancı bir adamın, yeşil eldivenleri takılıyor gözüme. Dedim ya aylardan Eylül, ama adam son derece barışık bir görüntü çiziyor eldivenleriyle. Kaçamak bakışlarla bu orta yaşlı yabancının neden eldiven taktığını anlamaya çalışıyorum. Derken adamın birbiri ardına yaktığı Tekel 2000 sigarası...Tertemiz, yeni alındığı besbelli, yeşil eldivelerinin parmaklarında tuttuğu, dudaklarına götürürken adama tuhaf bir karizma katan, elini indirdiğinde bu defa dumanı başka türlü kıvrılan, filtresinin biraz ilerisinden tuttuğu sigarası...Kendimi bir türlü adamın sigara içişinden alıkoyamıyor, dönüp dönüp tekrar bakıyor ama bir türlü ne kendisine ne de kalkıp Halil Abi’ye neden eldiven taktığını sormaya cesaret edemiyorum. O gün içimde tuhaf bir eldiven giyme ve sigara içme isteğiyle çıkıyorum Ahor’dan. İçimde gizli bir sır taşır gibi, gördüğümü kimseye anlatmadan aynı akşam yeniden geliyorum Ahor’a. Adam yine aynı sandalyesinde, kimseyle konuşmadan oturuyor, yine eldivenli ve yine sigara içiyor. Bir çay içtikten sonra eve dönüyorum, içimde daha da artan aynı arzuyla.

Deken ertesi gün soluğu yine Ahor’da alıyorum. Halil Abi, her zamanki gibi uykulu ve hafifçe şiş gözleriyle ve yayvan gülüşüyle selamıma karşılık veriyor. Bir sandalye çekip çay söylüyorum kendime. Tabii, niye geldiğimi belli etmemeye çalışarak bir süre kitap defter oyalanıyorum. Kahvede, Halil Abi, ben ve garson çocuktan başka kimse yok. Adamı tekrar göremeyeceğime karar verip kalkmak üzere sandalyeden doğrulduğum anda, arkalardan, merdivenleri inen bir çift ayak sesi ve Yeşil Eldivenli Adam! Oturuşumu düzeltip, yeniden defter kitapla ilgilenmeye ve çaktırmadan adamın hareketlerini izlemeye başlıyorum. Yeşil Eldivenli, o esnada telefonla konuşan Halil Abi’ye ses etmeden, yine sondan üçüncü masanın sol köşesindeki sandalyesini çekip oturuyor. Bir anlığına adamın lal olabileceğini düşünüyorum. Ama değil; önüne günün ilk çayını koyan garson çocuğa, tok bir sesle “sağol” diyor. Sonra yeşil eldivenleri sigara paketi ve kibrite uzanıyor; yine bakışlarımı çivileyen o esrarlı görüntü. Gözlerini kapıya dikmiş, kısa, düzenli nefeslerle sigarasını ağır ağır içiyor. Öyle orada, ahşap direğin yanındaki masada, beni fazla farketmeyecek köşemde, aklımda uçuşan düşünceler ve sorularla Yeşil Eldivenli’yi seyrediyorum. Yeşil Eldivenli’nin bir işi olup olmadığını, hangi köyden olabileceğini, burada ne işi olduğunu, neden eldiven giydiğini, neden bu kadar çok sigara içtiğini, eldivenlerini nereden almış olabileceğini, daha önce onu görüp görmediğimi düşünüyor, belki hiçbir zaman ona ait olmayacak hikayeler kuruyorum. Neden sonra, Goroli Kenan’ın enseme vurmasıyla ayıkıyorum. Goroli’yle kısa bir hoşbeş ettikten sonra, dışarıya çıkıyor ve her zamanki gibi bir aşağıya, Sadi Sönmezin oraya kadar, bir yukarıya, Vecanget’e çıkan yokuşun başına kadar, arada bir de tahta köprüden eski çarşıya geçip beton köprüden geriye dönerek turluyoruz. Aynı günün akşamı, yine bir yolunu bulup Ahor’a kapağı atıyorum.

Yeşil Eldivenli her zamanki yerinde oturuyor. Ben de her zamanki köşeme çekiliyorum. Ama içeride bizden başka birkaç kişi daha var. Biraz sonra ani bir gök gürültüsünün ardından yağmur patlıyor. Ancak böylesine güçlü bir sesin yerinden kımıldatabileceği Halil Abi, elinde çay ağzında şeker usulca kapıya yanaşıyor. Söz yağmurdan açılmışken, kasabanın gündelik hayatında en çok haz duyduğum şeylerden birinin de, beton çarşıyı boydan boya temizleyip süpüren yağmuru, dükkanların, kahvelerin önünde birbirlerinin omuzlarından, o yılların söndüremediği çocuksu heyecanla, büyük bir iştahla seyretmelerini seyretmek olduğunu söylemeliyim. Onlar yağmuru ben onları. İşte birazdan biz Ahor’da oturanlar, Halil Abi’nin sağında solunda durarak caddede tuhaf küfürler ve “ollloooo”, “ıslanduh cooo” “cunç olduh” gibi hepimizi gülümseten sevecenlikleriyle koşuşturanları seyrediyoruz. Bir kişi hariç: Yeşil Eldivenli Adam. O yine yerinde, çayında sigarasında, kendi rüyasında oturuyor. Birer ikişer tekrar yerlerimizi alıyoruz, televizyonda haberler başlıyor, içeride hafiften bir gürültü. İşte ne oluyorsa o esnada, o kadar merakla beklediğim Yeşil Eldivenli Adam’ın sırrı, tamamını işitemediğim bir diyalogla çözülüyor. Arcuvanlı Terzi Ali, içeri giriyor, selam veriyor ve Yeşil Eldivenli’yi görünce büyük muhabbetle ona sarılıyor. Onu orada gördüğüne şaşırdığını anlıyorum bu hareketiyle, ancak Yeşil Eldivenli’nin, Terzi Ali’nin “hayırdır” sorusuna verdiği cevabı tam yakalayamıyorum. Hani nasıl desem, öyle bir kelime ki daha önce hiç duymamışım ya da o anda yanlış duyuyor olabilirim, şu sese benzer bir şey : vusuçura! Ama terzinin geçmiş olsun demesinden sonradır ki sırrı çözer gibi oluyorum. Yeşil Eldivenli Adam, tok ama benim fazla işitemediğim bir sesle kısaca “Sağlık Ocağına gittiğini, merhem aldığını, hava almasın diye de eldiven taktığını” söylüyor. Sigarasını ateşliyor, tekrar “geçmiş olsun” diyen Terzi Ali’nin köyden köçekten konuşmasını dinliyor. Ben de, saate bir göz atıp ufaktan toparlanıyor ve evin yolunu tutuyorum. Ne ertesi gün ne de daha sonraki zamanlarda Yeşil Eldivenli’yi bir daha hiç göremiyorum. O kış ilk defa eldivenli sigaramı dudağıma götürüyorum. Çok sonraları, bir alışkanlık haline getirmediysem de, hatırladıkça her kış bir iki sigaramı eldivenli içtim. En son askerde yaptım bunu ve en çok o zaman, haki yeşil çift katlı tertemiz eldivenlerimle kar yağarken hatırladım Yeşil Eldivenli’yi.

Ahor mu? Onun da sonunu anlatayım. Bir gece vakti telefonum acı acı çaldı. Arayan, Yusufeli’nin ayaklı gazetesi Pala Ali. Acı haberi bildirdi: “Fatih, Ahor yandı!” Şimdi ayrıntısını tam hatırlamadığım bir nedenden yangın çıkıyor ve o muhteşem Ahor, üst kattaki sonsuz yıldızlı oteliyle birlikte tarihe karışıyor. Belki tek tesellimiz, caddeye bakan ön cephe duvarının kurtulmuş olması ve geriye, bilenler için Ahor’u hatırlatacak bir parçanın kalmış olması. Ben mi? Ben o gece Pala Ali’nin haberinin ardından yeniden başımı yastığa koyup gözlerimi kapadığımda tahmin edersiniz ki sigara ve çay içen bir çift yeşil eldiven gördüm.

Friday, December 11, 2009

je t'aime je t'aime, oh, oui je t'aime !


''Şöyle anlatsam... Altmışlı yılların sonu, Fransa kırsalında Avrupa yapısı bir araba virajlı yolda gitmektedir. Arabada muhtemelen Alain Delon vardır. İşte bu karenin fonunda çalan müziğin Gainsbourg'a ait olma olasılığı yüzde doksandır. Hafif bezgin, ama mutlu ve ulan kıçımı kaldırsam bugün hayattan keyif alırım dedirten şarkılar yapar sanatçı Serge Gainsbourg.''

iste boyle anlatiyor ailemizin afacan cocugu mansur forutan 60 li yillara damgasini vuran serge gainsbourg sarkilarini.
yukardaki resimde alkolden sismis patlak gozler ve kirli sakallariyla arz-I endam eden karizmatik adamimiz bize belki de fransizca en agir kufrunu savururken,(merde, putain,vs vs-yazarin frankofon bir dallama oldugu belli olsun,anlamli bakan gozlere sahip bayanlara selam ederim) en buyuk aski jane birkin in gizemli, islak ve bugulu bakislari pas tutmus icimize islemektedir.
skandallarla dolu ordan oraya savrulan bir hayattir her daim sarhos ve capkin adamimizin surdugu. derdi neydi ki whitney houston a canli yayinda fuck you diyerek posta koydu? neden fransiz ulusal marsini reggae tonlariyla soyledi? ya da 500 frankla bakkaldan kavunun yanina 5 sise raki, 30 kilo peynir alacakken gitti cigarasini tellendirdi? tabi ki gunde 4-5 paket icecek kadar tutkunu oldugu o unlu gitanes marka cigarasindan sozediyoruz.neden ulan neden? bu sorularin cevabi belki de kariyer net ten ele gecirdigim cv sinde yaziyor olmasin okuyucu?

gocmen bir rus yahudisi olan bu karizmatik sair, yonetmen ve muzisyen abimiz fransa da 1928 yilinda hayata bonjour diyor. kani bozuk abimiz bir cok kavgaya karisiyor,yaralaniyor kalp krizi geciriyor fakat dunyada yapacak cok isi varmis ki daha, 9 canli capkin aramizda kaliyor ve sonunda en buyuk cikisi o yillardaki sevgilisi brigitte bardot icin yazip birlikte duet yaptiklari je t'aime moi non plus ile yapiyor. yil m.s.1969. sarki ingiltere de 1 numaraya oturuyor,ki fransizca bir sarki icin baya baya bir basari sayilir; vatikan tutuyor aciklama yapiyor vay dinsizler imansizlar gibilerinden. merak ediyorum bizden de birileri iskillenip bi seyler karaladi mi acaba? peki ama ne bu sarkiyi bu kadar tehlikeli hale getiren?

gainsbourg u anlatirken en buyuk aski jane birkin'den soz etmemek haksizlik olur. 1968’de fransız yönetmen Pierre Grimblat’ın “Slogan” filmi sayesinde tanisiyorlar. “Je T’aime, Moi Non Plus” parçasını Serge ile söyleyerek ününe ün katiyor komsunun kizi. iste bu noktada yukardaki sorunun cevabi yavas yavas sekilleniyor korpe dimaglarda: jane birkin sarkiyi soylerken kendinden gecmistir. sarki sozleri zaten mustehcendir. kulaga hos gelen bir fransizcayla bıçkın, bir oraya bir buraya savrulan gainsbourg abimiz gidiyorum geliyorum derken, jane hamlelerine aaaaah ohhhh larla cevap vermektedir. lise 2 edebiyat kitabindaki iki kirmizi suratli asik gibi atismaktadir ikili. bu benzetme hic uymadi sanirsam, ama iste bilincalti nelere kadir ey okuyucu, gor diye kendimi paraliyorum burda. icinde ukte kalan varsa sunu da soyleyeyim ki brigitte in ki gercek miydi bilemicem, belki riza silahlipoda bilir. sonra delismen abi gainsbourg ayni adla bir fimde ceker, jane yine basroldedir. sonra ayrilirlar ama jane bir daha unutamaz bu ayyas abimizi.

takvimler 1991 i gosterirken butun fransa yitirdigi ogluna aglar. devrim kendi cocugunu yemis, ve ardindan timsah gozyasi dokmektedir. muthis kadinlarini ardindan aglatir kirli cirkin suratiyla hayvani bir cekiciligi olan gainsbourg. uc sey hazir bulunur cenazesinde: o ana dek sevdigi ve kalplerini kirdigi kadinlari temsilen jane birkin, cok sevdigi viskisi, ve tabi ki gitanes sigarasi.
cenazesi sirasinda bir cocuk gainsourg un alt dudaklarindan ince kesif bir dumanin yukseldigini iddia eder ama kimse ona inanmaz, hatta bir tanesi hadi lan hergele diyerek cocuga bir osmanli yerlestirir. sana bir sir vereyim mi su satirlari okuyarak omrunu heba eden ey akilsiz okuyucu? o cocuk bendim okuyucu, ve yemin ederim o belli belirsiz duman gozumun onunden kucuk bir daire cizerek gokyuzune karisti. o gun bugundur ne zaman bir gitanes icen birini gorsem, gainsbourg un cingene ruhunu animsar, ve bir gitanes da ben yakarim. ''hayatim disinda her seyde basarili oldum.'' diyen hayata bozuk gainsbourg un yitip giden anilarina yakilmis bir agittir belki de bu rituel, kimbilir...

Monday, September 07, 2009

Terk eden...


kimdi giden, kimdi kalan?
giden mi suçludur her zaman?
ne zaman başlar ayrılıklar?
dostluklar biter ne zaman?

her geçen gün bir parça daha
aldı götürdü bizden
aynı kalmıyordu hiçbir şey
değişiyordu her şey kendiliğinden

artık çözülmüştü ellerimiz
artık bölünmüştü yüreğimiz
birimiz söylemeliydi bunu
ötekini incitmeden

kimdi giden, kimdi kalan
aslında giden değil
kalandır terkeden
giden de bu yüzden gitmiştir zaten...

Murathan Mungan

Saturday, April 25, 2009

Millions


adamımız danny boyle'dan fantastik bir film daha. 2004 yapımı. kim milyoner olmak ister takıntısının ilk ortaya çıktığı film. yine bir soygun yine tesadüfler ve başrolde bu sefer küçük bir çocuk.

Monday, April 06, 2009

Kadınlarım: Bleu


paris sorbonne.
akşamdan kalma kaybolmuş bir kelimenin peşindeyim. güzel bir kadın sokakta yaşlı bir adama yol tarif ediyor, saman sarısı saçlar mavi kirpikler. bir yerlerden çıkaracağım ama nereden? arkamda kalan sesler kayboluyor yavaş yavaş, yürüyorum. aylardan haziran olmalı mayıs mı yoksa ne önemi var sanki. dinginlik üzerimde yatan bir ölü gibi yapışmış üzerime, elimi kaldırıp sevdiğim kadının oturduğu apartman ziline basamıyorum. bir balon uçuyor gökyüzüne, kırmızı. bir çocuk fransızca ağlıyor arkasından.
mavi gökyüzünde bulutların üzerinde kırmızı rujlu bir balon, gülümsüyorum. sokaklardan oluk oluk şampanya akıyor bourbon galiba. saatim biraz janti kalıyor bu manzaraya...

Tuesday, April 10, 2007

kadinlarim - blanc


blanc
Originally uploaded by derbose.



Üşüyorum. Gece haberlerindeki hava raporunun aksine kar taneleri yavas yavas saçlarıma düşüyor. Saint Pauli meydanında bana telefonda tarif edildiği gibi sağdan ikinci sokak lambasının yorgun ışığı altında bekliyorum. Bekliyoruz demeliyim belki de. Zira gitmesi için o kadar dil döktüğüm, salladığım tekmeyi başarılı bir biçimde karşılayan uyuz bir köpek pirelerini su anda sol ayağıma dökmekle meşgul. Geçen hafta 100 papel bayıldığım rugan ayakkabılarımın bir sokak köpeğinin oyuncağı olmasına ses çıkarmamam, son zamanlardaki kaderci yaklaşımımdan ileri geliyor galiba. Bu davetsiz itin devamlı surette kaşınması hosuma da gitmiyor değil hani.

Karşı caddeden gelen arabaların farları Tex in- bu adı ona it kelimesini aşağılayıcı bulduğum için az once ben takmıştım- solgun yüzündeki hüznü tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Senin bile benimkinden daha ilginç bir hikayen olmalı dostum diyorum.

Soguk iliklerime isliyor. Bir saate yakın Tex le bekliyoruz fakat gelen giden yok. Bütün bekleyenler gibi bir gitanes daha yaktim, kacak olanlar daha iyi kafa yapıyor demisti Stanley. Zavalli dostum Stanley. İşinde başarılı olmak için yıllardır gece gündüz çalışmış ve bunun karşılığını da doğrusunu söylemek gerekirse fazlasıyla almıştı. Bankada emeklilik günlerini rahatça geçirebilecek kadar yüklü miktarda parası, New York un en islek caddesinde iki dairesi ve bir de herkesin imrenerek baktığı 64 model bir Bugattisi vardı. Bonus olarak da Jasmine cabasi. Benimse adini hatirlayamadigim bir filozofun yanlis hayat dogru yasanmaz lafina uyan serseri bir yasantim olmus, bir turlu aradigim seyin ne oldugunu bulamamistim.

İki saat kadar once vicdanımı dinleme isini erteleyerek, kendimi Dolares Bar ın o sihirli atmosferine bırakmıstım. Dogrusu kafayi iyice bulmustum ama garip bir sekilde iyi hissediyorum kendimi simdi. Az sonra olacakları en az bin kez kafamda canlandırmıstım. Stanley arabasindan iner inmez onu vuracaktim. Goz goze gelmemek icin onu tum korkaklar gibi arkasindan vuracaktim. Uzgunum dostum.

İste simdi burdayim tam Stanley in evinin karsisinda. Jasmine in bana tarif ettigi noktada cebimde bir 45 likle. Bir gitanes daha. Bir tane daha…….

joe fontana

Sunday, February 18, 2007

kadinlarim-rouge

vuruldum.
yarınki gazetelere bir numarali katil zanlisi olarak gececek sevdigim kadin ardinda enfes bir parfum kokusu birakarak gecenin karanliginda hizla gozden kayboluyor. uzaklarda bir yerden suh bir kahkaha sesi yankilaniyor kulaklarimda. tahta iskelenin karsi konulmaz davetine uyarak sirtustu uzaniyorum. elimi fütursuzca kanayan karnima bastiriyorum. nafile bir caba diyor lisedeki biyoloji ogretmenim. ay saklandigi bulutun arkasindan yuzunu gosterdiginde en sevdigim beyaz gomlegimin kipkirmizi olmasi clarence ray e olan askimi biraz daha arttiriyor.

rouge
Originally uploaded by derbose.

gozumu kapatinca gokyuzunde tek bir yildiz parliyor. köhne tahtalarin arasindan gelen denizin tuzlu kokusu basimi dolandiriyor. parmagimla daireler ciziyorum sahilden gelen ritme uyarak. muhtemelen dwight in yasgunu partisi hala devam etmekte. pis serseri. yumrugumu sikmak istiyorum ama beceremedim galiba. yeri yumrukluyorum. affettim seni pic kurusu. trim trim sol isaret parmagim latin sarkicinin kadife sesiyle iki tahta arasinda bir asagi bir yukari gidip geliyor. hayir kabul etmeliyim ki masum ve guzel biri tarafindan vurulmak gucendirmedi beni. gunahkar biriyim ve bunu hakettigimi dusunuyorum. az once optugum kadinin beni vurmasi da degil bana en cok koyan. sonsuz bir mutluluk bahcesinden-ki bu tamlamayi aptal bir gazetede calisan kuzenime bocluyum- mezarin dibine boylamayi hayatin surprizi olarak nitelendirebilirim. gecenin karanligi yine yavas yavas ustume cokuyor. yagmur damlalari olmali gozumdekiler. buralardan gitmeli, suphesiz gitmeli...

joe fontana